“HİDÂYET” NEDİR, NASIL OLUŞUR

“HİDÂYET” NEDİR, NASIL OLUŞUR

Bundan sonra sıra geldi şu âyetten anladıklarımıza:

-“İhdına’s sırat’el mustâkıym…”

-Hakkımızda hayr olana erdir…

Esasen, herkes hidâyet üzeredir…

“İhda”nın mânâsı “hidâyet et” demektir…

“Hidâyet” ise, “hayır olan gayeyi oluşturacak hedefe, lûtfu letâfetle, varlığın yapısından, bünyesinden gelen bir yoldan erdirmek”; demektir..

“Hidâyet”, en kapsamlı anlamıyla, yaratılmış her “şey”i, o şey hakkında “hayr” olan hedefine, “LÂTÎF” isminin sırrıyla, yönlendirip, o yolda yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırmaktır..

Muhakkak ki, herkese bir hedef takdir edilmiştir; ve birim, o hedefine kendisine gelen “hidâyet” üzere ulaşacaktir!.. Çünkü ona, o hedefe ulaşmak “hidâyet” edilmiş, “kolaylaştırılmıştır”!…

Misâli kendimizden verelim…

Biz, takdir gereği, bu kitapları yazıyoruz… Ancak, bu kitapları okuyanların belki de çok azı içindekileri değerlendirip, yararlanabilecektir!…

Ve nihayet birazı da, kendisine bu yolda verilmiş olan “hidâyet” sonucu olarak; “Demek olaya böyle de bakılabiliyormuş, işin bu yönü de varmış” deyip, Kur’ân-ı Kerim’i bu gözle değerlendirmeye başlayacak.. Böylece, “Kur’ân ‘ın, evrensel SİSTEMİ ve bu sistem içindeki insanın yerini ve yapısını; ve dahi, insanın, yaşamını geleceğe dönük bir biçimde nasıl değerlendirmesi gerektiği yolundaki uyarılarını farklı bir gözle değerlendirip”, sürekli yeni ufuklara kanat çırpacaktır…

Bir kısım insanlar vardır ki, onlar dar çevreden gelmişler, o dar çevrenin görüşleriyle daha yetişme çağında sınırlanmışlar; ve daha sonra da şartlanmalarının ördüğü “KOZA”nın içine yerleşmişlerdir…

Hatta daha sonraki devrelerde yaptıkları çalışmalar dahi, beyinlerindeki, “KOZA”yı kıramamış; “her şeyi çok dar bir perspektif içinden” görerek yaşamışlardır!

Uzakdoğu’yu, Amerika’yı görmüşler, doğuda-batıda okumuşlar, okutmuşlar, ama, hâlâ, o yetiştikleri dar çevrenin saf, iyiniyetli, yürekli, fakat dar ve sınırlı görüşlü kişiliğini aşamamışlardır…

Bu “KOZA”sını delip çıkamamış zevâtı kirâma göre.;

“Kur’ân, yukarıdan Mekke’deki Hazreti Muhammed’de inmiş, önce Arap’ları sonra da insanları “iyi ahlâklı yapmak için gelmiş, Allah’tan başkasına tapınılmasını istemeyen, iyi ahlâk derneği kurallarının daha bir gelişmişidir”..

Kur’ân-ı Kerim’de SİSTEM yoktur!…

Kur’ân ‘da bilimsel gerçeklere işaretler aramak abestir!..

Kur’ân ‘dan, ne tıp, ne astronomi, ne fizik, ne kimya ne de başka dalda hiç bir şey öğrenilemez!…

Kur’ân sadece yukarıdaki tanrıya nasıl ve neden tapınılması gerektiğini, toplumların hangi kurallara göre yaşayacağını anlatan bir kitaptır”

“Allah”, “hidâyet” etmedikçe, kişinin küçük yaşta, dar çevrede ördüğü “kozasını” ilerideki yaşlarda delip çıkabilmesi fevkalade zordur!..

Çağdaş veriler eşliğinde düşünebilen özgür ve objektif düşünce sistemine sahip olmak, hele hele geleceğe dönük ve de “KOZASIZ” yaşayabilmek bütün bunların üstündedir!..

Bizim kitaplar bir yana, Kur’ân-ı Kerim’i okuyanların içinde, “okur”ların sayısı sayılacak kadar azdır!..

“Okuma ücretini cennette almak üzere anlaşmalı olduğu” için; ya da “ölmüşlerini rahatlatmak için sevap olsun diye okutanlar ve okuyanlar” ötesinde; gerçek “Kur’ân okur”larının sayısı ne kadardır dersiniz?…

Kur’ân-ı Kerim’in anlatmak istediği o muhteşem sistemi; ve o sistem içindekilerin yapısını; özelliklerini; Allah’ın eşsiz ilminin ve kudretinin eserlerini anlayıp değerlendirmek için anlama gayesiyle ve üzerinde derin derin düşünerek okuyanlar ve bundan dolayı “huşû” duyanlar ne kadardır, dersiniz?…

Evet, o çok bildiğini sanan; ancak hiç bir fikir tartışmasını sonuna kadar götürme birikimi de bulunmayan, “monolog”çular, “vâiz”ler, “koza”larının içinden seslenirler, diğer “kozalı”lara ..

“Zinhar, sizi düşünmeye, geniş açılı bakışa, kozanızı delip uçuşa davet eden kitaplara kulak vermeyin, okumayın!.. Allah’ın çağdaş nimetlerini değerlendirmeyip, bin sene evvelkiler gibi, kâinatın merkezi dünyadır, her şey dünyanın çevresinde dönüyor diye düşünmekte devam edin!..

Kur’ân ilim kitabı değildir!.. O’nun ilimle yorumlanması caiz değildir!. Bırakın yeni düşünceleri!.. Böyle yaparsanız dinden çıkarsınız”(!)

Neden bu böyledir?…

Önde gelen gerçek ve kesin neden, onlara gelen “hidâyet”in bu yolda olmasıdır!.. Muradı ilâhi, “meşiyyet-I ilâhi” böyledir!…

Öte yandan bu durumun görünüşteki vesilesi de, bedenlerinin yurtdışına ulaşmasına karşın, düşünce sınırlarının “koza” ile sembolleştirdiğimiz “darçevre düşünü sınırlarını” aşamamalarıdır!..

Bunun dindeki izah şekli ise, o bireye “KOZA” dışı düşünce ve bakış açısının “KOLAYLAŞTIRILMAMIŞ” olmasıdır!…

“Özgür düşünce” tabanında yetişmemiş; verileri, şartlanmalarıyla değerlendirme zorunluluğu içinde kalanlar, apaçık gerçekleri göremezler ve kavrayamazlar.

Bu sebepledir ki, biz onları suçlamayız, hatta hoşgörürüz; ve deriz ki, onlar da Allah’ın takdiri üzere “hidâyette”dirler…

Evet, “İHDA”nın getirdiği “kolaylaştırma” kavramı, bilelim ki konunun anlaşılmasında anahtardır!

Burada, hemen şu işareti Rasûlullah Aleyhisselâm’a kulak verelim;

Hazreti Âli anlatıyor:

“Biz bir defasında Baki’ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk…

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu… Biz de etrafını sardık…

Rasûlullah’ın beraberinde bir âsa vardı…

Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki âsa ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı… Sonra şöyle buyurdu:

-“Sizden hiç bir kişi ve yaratılmış hiç bir nefis istisna olmaksızın, hepinizin cehennem ve cennetteki yerini ALLAH yazmıştır!… Ve herkesin said veya şaki olduğu kesinlikle yazılmıştır!..”

Bunun üzerine oradakilerden biri sordu:

-Ya Rasûlallah öyle ise bizler yaptığımız çalışmaları terkedip, bu yazımız üzere mi kalalım?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

-“Said olan kimse, saadet ehlinin fiîllerine ulaşacaktır… Şakî olan kimse de, şekâvet ehlinin ameline ulaşacaktır…

Sizler, amel edip çalışın… Çünkü, herkese KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR!.

Said olan saadet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR; şaki olan da şekâvet ehlinin FİÎLLERİNE KOLAYLAŞTIRILIR !…”

Şu da aynı hususa işaret eden başka bir olay;

Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah naklediyor babasından…

Soruyor Hazreti Ömer radıyallahuanh:

-“Ya Rasûlullah… Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?.”

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

-“Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!…

HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR…

Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekâvet ehlinden olan da şekâvet için çalışır!..”

Son olarak Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:

Süraka bin Cü’şum şöyle soruyor Rasûlullah Aleyhisselâm’a:

-Ya Rasûlallah… Fiillerimiz, kaderleri çizen kalemin yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?… Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?

Buyurdu ki Rasulûllah:

-“FİÎLİN, kader ile tespit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!…

Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!..”

Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor… KOLAYLAŞTIRILIYOR… HİDÂYET EDİLİYOR?…

Yukarıda izah etmiştik ki, “hidâyet”, “LÂTÎF” ismi yönünden oluşur!…

Şimdi “LÂTÎF” ismi sırrıyla, “hidâyetin” oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim…

Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu açıklamasına kulak verelim:

-“Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı.. Sonra onlara “nur”undan saçtı!.. Bu “nur”dan nasibini alan hidâyete erdi!… Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!…

Bunun için, ALLAH’ın ilmine göre kalem kurudu!.”

Şimdi de şu âyetleri dikkate alalım:

-“ALLAH DİLEDİĞİNE HİDÂYET EDER!…” (22-16)

-“YILDIZ iLE HİDÂYETE ERERLER !…” (l6-l6)

-“BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTEDİRLER…” (12-16)

-“EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER…. ” (32-5)

-“ALLAH YEDİ KAT GÖĞÜ VE YERDEN DE ONLARIN BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMRİ ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR… ” ((65-12)

-“ALLAH SİZİ YARATTI VE DÜZENLEDİ, BİÇİMLENDİRDİ.. DİLEDİĞİNCE TERKİP ETTİ!…” (82-7/8)

İmam GAZALİ merhum, meşhur eseri “İHYA”da, ashabın âlimlerinden olan ibni Abbas radıyallahu anh’ın şöyle dediğini yazar:

-“O ALLAH ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN emir inip duruyor!…(65-12)

âyeti celilesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız… Bana kâfir derdiniz!…”

Şimdi de

“EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBÎR EDER”

âyetindeki, “TEDBÎR”in mânâsına gelelim..

Bakın Hamdi Yazır merhum “TEDBÎR”i nasıl açıklıyor:

“TEDBÎR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir.. Allah tealanın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır..

Şu halde burada “EMÎR”, umurun tekili olarak “şein” mânâsınadır..

Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMÂVÎ ESBAB VE KUVAiLE YUKARIDAN AŞAĞIYA iNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve iDARE EDER..” (C.6; s:3859)

Sanırım artık iş iyice şekillenmeye başladı…

Bakın, “BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTELER”..

Peki ne iş yapıyorlar, görevleri ne?..

Boş yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaradilmış bu yıldızlar?…

“ALLAH YEDİ GÖĞÜ VE ARZDAN (YERYÜZÜ) DA BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMİR (hüküm) , ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR”

Âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:

“Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zâhirde seyyarelerden her biri kendi semâsı dahilinde bir arz(yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLAH’IN BİR TAKIM MAHLUKATI VARDIR; demek oluyor!..” (c:7;s:5078)

“Esahhı akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semalarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır..

Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin azçok arzımız gibi kendi âlemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlûkata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı hâvi birer cirm oldukları sezilebilir…” (c:7;5081)

Evet, artık baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhalde…

Lûtfen gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından, gerçekçi ve objektif bir biçimde, olduğu gibi görme noktasına oturtalım…

“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”, “SINIRSIZ vücüd” sahibi olduğu içindir ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve vücud sahibi yoktur…

Tüm isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O’nun varlığı, vücudu ve isimlerinin mânâlarıyla kâim ve dâim ve harekette ve bilinçte varlıklardır!…

Her birinin diğer birinden farkını, yapısını, terkibini oluşturan Allah isimlerinin özelliklerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı oluşturmaktadır…

İşte bu yüzdendir ki; Her birimde tasarruf eden, ve o birimle diğerlerini etkileyen; yönlendiren; biçimlendiren; yürüten, varediş gayesine göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLAH’tır’…

O’ndan gayrı “YARATAN”; O’ndan gayrı “RAB”; O’ndan gayrı ”HÂDİ” (hidâyet eden); O’ndan gayrı “MEHDΔ; O’ndan gayrı “MUHYΔ, O’ndan gayrı “MUMİT” (ölümle dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!..

Ancak ne var ki, biz bu gerçeği bir türlü fark edemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla inkâr etme anlamına gelen bir tarzda olayları yorumluyoruz…

Ya, O’nu yüceltme tahayyülü ile, O’nu her şeyin ötesine, ötelerin ötesine, arş’ın ötesine, kısacası hayalimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!…

Ya da, gördüğümüz her pireyi-deveyi “O” yapıp; “O”nu orada ortaya konulan mânâ ile kayıt altına alıp; her şeyi “ALLAH” kabulleniyor; ve böylece geri planda “birimselliğimizi ALLAHLAŞTIRIYORUZ”!…

Ve yahut da, her birimizin varlığını, vücudunu ispat eder bir düşünce ile; sen, ben, o varız, varlıkta her şey mevcut, artı, bir de “O” var!… deyip; “O”na “SINIR” getiriyoruz!.. Sonra da bu görüşe dayalı bir biçimde, “O”nun bizlere, makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!..

Oysa, nasıl bir yazarın kafasında türlü senaryolar olur da, hepsi onun kafasından, onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen de yazarın kişiliğinden, “oluşturduğu” kişiliktir diye söz edilemezse; benzer şekilde, her birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren “ALLAH” da, o yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan beri ve ötedir!..

Tüm varlık isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ hep O’na aittir…

Tüm varlıklar ve oluşturdukları tasarruflar hep O’na aittir; ve onların her biriyle bir diğerini etkilemektedir!…

Ancak bütün bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiç bir “şey” için “ALLAH”tır denemez!…

Fakat, oradaki “vücûdu” da inkâr edilemez!.

Bu yüzdendir ki Rasûlullah Aleyhisselâm, şöyle buyurmuştur:

-“İnsanlara şükretmeyen, ALLAH’a şükretmiş olmaz!…

Ayrıca;

-“ALLAH iHSAN EDENLE BERABERDİR…”

âyetinde işaret edilen bir biçimde, “ihsan edende veren Hak’tır”!…

Tasavvuftaki “mâiyyet sırrı”da budur işte!..

Ve sen, o ihsan edeni görüp de şükretmezsen; artık sadece, hayâlinde “tasavvurun olan tanrına” şükretmiş olursun; ki, bu da gerçek ihsan ediciye şükretmemiş olman sonucunu doğurur…

İşte eğer bunu anladıysak, şimdi yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı kolaylıkla kavrayıp, sistemi de çözmüş, yani “OKU”muş olacağız…

Her biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli “ALLAH” isimlerinin mânâlarını hâvi “BURÇLAR”ın, yani günümüz deyimiyle “takım yıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada dünyamızı da etkilemektedir!..

Semâdan, yıldızlardan gelen ve “ALLAH” isimlerinin çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde, bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve genetik programlamalara yol açmaktadır..

İşte bu sebepledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullahtan ve o devrin “OKU”muşlarından olan Muhyiddin A’rabi, “Fütuhat’ı Mekkiye” isimli eserinde;

“Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek (oluşacak) her şey BURÇLARDAN iNEN TESIRLERLE meydana gelir..” demiştir!..

Ve işte bu sebepledir ki, “EMİR”, yani “HÜKÜM”, yani, o hükmü oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir…

Esasen “EVRENSEL SIRLAR” isimli 70’li yıllarda yazmış olduğumuz kitapta, bu gezegenlerden bazılarındaki canlı türleri hakkında sözetmiştik…

“Din”de “melek” diye tanımlanan ve bizden ayrı bir boyutta yaşadıkları için de bizim tarafımızdan algılanmaları asla mümkün olamayan bu varlıklar dahi bizi çeşitli şekillerde etkilemektedir; ve bunların aramızda yaşamakta olan “CİN”lerle hiç ilgileri yoktur!..

Ancak bu arada çok büyük bir aldatmaca da söz konusudur…

Günümüzde “UZAYLI” olarak lanse edilen ve kabul ettirilmeye çalışılan “CİN”lerin ilişkide oldukları kimselere, cinlerin kendilerini zaman zaman da “melek” olarak empoze ettiklerini duyuyoruz…

İster kendilerinin “uzaylı” olduklarını söylesinler, ister “Mevlâna” ya da başka birinin “RUHU” olduklarını iddia etsinler; ve hatta kendilerinin “melek” olduklarını kabul ettirmeye çalışsınlar, kesinlikle bilelim ki, bunlar hep “CİN”lerdir!…

Bunlardan, müşahedemize göre yegane korunma yolu da şu aşağıda yazacağımız Kur’ân âyetlerini ezberleyip okumaktır…

“Rabbi innî messeniyeş şeytanu binusbin ve azab.. Rabbi eûzübike min hemezatiş şeyatıyni ve euzübike rabbi en yahdurun. (Saffat:7 Sad:41)

Bu okumanın nasıl ve hangi sistemle fayda sağlayacağını ise en tafsilatlı bir biçimde “D U A ve Z i K i R” isimli kitabımızda anlatmıştık…

Bu tür ilişkilerde olanlar, sabah-akşam l50 veya 200’er defa okumaya devam ederlerse, ayrıca gene aynı kitabın 268. Sayfasındaki duaya günde 100 defa devam ederlerse kısa sürede bu kandırmacanın sona erdiğini görürler…

Tabii, okumamaları için üzerlerine yapılan baskıya karşı koyup; içlerinde, okumamaları için oluşturulacak sıkıntıya direnebilirlerse…

Evet, hüküm, takdir işte böylece, yıldızlar adı ardındaki, Mutlak İrade’den her an evrene yayılmakta; ve bu arada bizlere de ulaşarak, hükmünü icra etmektedir!…

Ve bu etkileme “hidâyet” kelimesinin ihtiva ettiği “lütfu letâfetle”, yani biz hiç farkında olmadan, bünyemizde en gizli “Lâtif” bir biçimde cereyan etmektedir…

İşte günümüzde “astroloji” diye tanımlanan “Burçlar ilminin” temelinde böyle bir sistem mevcuttur… Bu konunun detaylarını öğrenmek isteyenler Sayın Nuran Tuncel’in hazırladığı “A’dan Z’ye ASTROLOJİ” isimli kitabı okusunlar..

Evet, “ihdına”nın nasıl olduğunu, “hidâyet”in hangi sistemle meydana geldiğini izah sadedinde mecburen buralara kadar geldik…

Nitekim az önce görmüş olduğumuz şu ayette “hidâyetin oluşması” apaçık ve kesin bir şekilde vurgulanmıştır:

-“YILDIZ İLE HİDÂYETE ERERLER”

Bu âyet görüldüğü gibi, “hidâyet”in yıldız kanalıyla oluştuğunu vurgulamaktadır…

Özellikle “B” sırrının anahtarını bu âyeti deşifre etmek için kullanırsak, şu çok orijinal manâ ile karşı karşıya kalırız…

-“HÂDİ olan ALLAH, isimlerinin mânâsıyla, var ettiği yıldız adı takılmış nesneden yolladığı tesirle-melekle- ışınlarla hidâyetini onlara ulaştırır…”

Yani tesir bize göre her ne kadar yıldızdan ise de, özü ve varlığı itibariyle Allah’tandır!…

Tıpkı, “yemek yedim, Allah kuvvet verdi”deki gibi… “İlaç aldım, Allah şifa verdi”deki gibi!.

Eğer bunu da anladıysak, konu iyice açıklık kazandı demektir..

Artık hidâyet “emr”inin yani “hükmü”nün semâdan arza nasıl “nâzil olduğunu” farkediyoruz, demektir..

“Hidâyet” mekanizmasının nasıl çalıştığını kavradığımıza göre; kaç türlü “hidâyet” sözkonusu, bir de onu görelim:

Bu arada bilelim ki, Allah’ın hidâyet ölçüsünden bahsetmek, onu sınırlamak olur ki elbette bu mümkün değildir..

Öyle ise “hidâyeti” en geniş kapsamlı olarak, tüm varlıkların, varoluş gayelerine göre yönlendirilmesi, yapacakları işlerin onlara kolaylaştırılması, onların işlere kolaylaştırılması olarak anlıyabileceğimiz gibi…

Daha sınırlı anlamıyla, “gerçek doğru” ile “göresel doğru” arasındaki farkı görebilme anlamına da değerlendirebileceğiz…

Ayrıca, varlığı çok daha geniş kapasitede, kapsamlı özelliklerle değerlendirebilecek olan Nebilere, Rasûllere ve evliyaya bu yolda yeni yeni açılımlar sağlayan “hidâyet” dahi gene “ihdına” derken düşünülebiliyor…

“SIRAT”a gelince…

“SIRAT”, genelde yol, cadde anlamına kullanılmasına karşın, “sırat-ı mustakim” deyimi Dinsel mânâda, “Allah yolu üzere olmak” şeklinde anlaşılır…

“Mustakıym” ise öyle bir doğruluktur ki, o gidiş üzerinde ne sağa-sola kıvrılma vardır; ne de iniş-çıkış,,, iki nokta arasında seyreden ışın hattı gibi!…

Esas itibariyle her yaratılmış kendi yolundan, “ALLAH yolu üzerindedir”..

“ALLAH’a giden yolun sayısı nefslerin adedincedir” sözüyle işaret edilen mânâda; “herkes kendi rabbinin hükmü altında ve doğrultusunda” ise de…

ve bu duruma;

-“HEPSİ DE PROGRAMLANDIKLARI DOĞRULTUDA FİİLLER YAPARLAR…” (17-84)

âyetiyle de işaret edilmişse de…

Ve bu mânâya olarak;

“İhdınas sıratel mustakıym”in mânâsını “Fâtiha”nın “ruhuna” uygun olarak:

“Bize takdir etmiş olduğun hedefe ulaşmayı KOLAYLAŞTIR” diye anlarsak da…

“Herkesin, yaratılış amacına göre doğru olan sıratı var” ise de…

Özel anlamı ile, “İHDA”yı, kişinin “en’âm” yolundan ebedi huzur ve saadete ermesini sağlayacak bir “sırat”ı istemesi gerektiğini; “Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın bildirdiği gerçeklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır” anlamında bunu değerlendirmemiz gerektiğini, bundan sonraki âyetler göstermektedir…

Öyle ise geldik şimdi, bir sonraki son âyete: